gökten yağan cesaret… I kusura ayna – didem kazan sol

kusura ayna didem kazan sol’un ilk kitabı. kitabın adıyla bakışıyoruz. acaba ne düşünülmüş diye soruyorum kendi kendime. bunun bi kod olabileceği aklıma geliyor, vazgeçiyorum. ters çevirip okuyorum, aynaya tutuyorum. zor anlar. açıp başlamalı okumaya… didem taşrada sınıf öğretmeni. istanbul’da doğmuş.

ahlat ağacı filminden:

“belki de bu yüzden öğretmenlik yazmaya en çok zaman bırakan mesleklerden biri.”

bu ara iyi öykücüler öğretmenlerden çıkıyor. çeşitli edebiyat dergilerinde yazmış didem, “gökten yağanlar” ingilizce’ye de çevrilmiş, slow book adıyla. hasreti patates öyküsüyle aralanıyor perde. bi söyleşi sırasında, hem patatesi kim sevmez ki? diye soruyor didem. sevmeye sevilir ama tapılır mı? cevabı öyküde. ben biraz bahsedeyim. bi seyyar satıcı. tezgahında sadece patates var. ve şöyle satıyor:

sayfa 15:

“pa ta tes. pa ta tes. pa ta tes.

şahitlik ederim ki patatesten başka ilah yoktur. ve yine şahitlik ederim ki halil, onun kulu ve elçisidir.”

böyle başlıyor öykü. cesaret. toplumsal düzeyde ne kadar algı varsa dağıtıyor didem. öykünün ilk kısmı eşrafın halil’i anlamamasıyla, taşlamasıyla gelişiyor. sonra bambaşka bi yere, camiye ve oranın islamafobiye tokat atan imamına denk geliyor. elbette öyküye böylesine bi misyon yüklemek yanlış, didem’in yazarken aklına geldiğini de düşünmüyorum. evrensel bi konuya parmak basıyor. patatesin kızartması olur, haşlaması, kumpir olur içine onca malzeme boca edilir. ama patates baskısı da olur çocukların elinde… patatesi, halil’i, cami avlusunu okuyoruz. güçlü tanışma doğrusu.

gökten yağanlar, tek nefeste okunan ama kolay hazmedilemeyen öykülerden. yine cesaret. sondan başa kan, dildo, rimel kutusu. gerçeküstü bi bakış. öykü atmosferi karakterin oyun alanı, ne yapsa ertesi gün dünyayı etkiliyor, karşısına çıkıyor. ama bu tanrıçalık durumundan kendisi haberdar yalnızca. aslında bu öyküde insanın evreni etkileyebilmesi halininin bağımlılığa dönüşmesini, egemen halin dayanılmaz hazzına ve insanın kendisini yaratıcı tayin etmesine tanıklık ediyoruz. kan ve gözyaşıyla elbet. tehlikeli, diri ve derin metaforlar barındırıyor. kurgusu en son dikkatimi çekti. bu öyküyü baştan sona heyecanla, acaba hissiyle, tedirginlikle okudum. 

sayfa 27:

“belgeselde erkek aslan dişi aslanın tepesine çıkmaya çalışıyordu.”

otomatik ağız, kadın-erkek çatışmasının hayli belirgin hale geldiği, okurun sinir uçlarına dokunan bi öykü. kendime bolca soru sordum. tahammül, birliktelik, ilişki, evlilik, yaş, zorbalık, mutsuz kadın, mecburiyet… türedikçe türedi. şunu öğretti: kangrene dönmemeli, kesip atılmalı. erkek karakterin iç sesiyle gidiyor anlatı. iyi ki de öyle. öte yandan ona kızacak tonla şeyi nasıl meşrulaştırırdık? genel hatlarıyla eril bi bakış açısından evin içi, eşine yaklaşımı, hor görmeleri tüm çıplaklığıyla okuyoruz. bazen kızıyoruz ama affetme hissi hep taze kalıyor. 

kitabın dördüncü öyküsü ucube dedi, sarmal yapısı ve dinamizmiyle beni en çabuk içine çeken metin oldu. dile gelen çantalar var burada, titreyen kuyruklar. didem kitabında okurun nefesini sürekli kontrol ediyor. dikkati dağıtmaya mahal vermiyor. elinde olsa hey, orada mısın? diye sorar sıklıkla. bu tarafıyla bana oğuz atay’ı ve kitap boyunca zihnimde dönüp duran sevgi soysal’ın ironisini anımsatıyor. uzun zamandan sonra ilk defa bi kitabı bitirdikten sonra daha önce okuduğum başka bi kitabı okuma iştahı geldi. tante rosa! ve didem’in kadın karakterleri tıpkı rosa teyze gibi öldükten sonra bile iyi anılmanın peşinde olmayan felsefe yapan adamları istiyor. 

sayfa 39:

“duaları kabul olmazsa diye ucube lafı fısıltı olurdu eşiklerde.”

cebe sığan kırılgan silahlar bir umudun temsili. bu öyküde didem, umudu bi obje gibi masanın üzerine koymuş ve etrafında kurguyu geliştirmiş. kedilerin kanı gül oluyor. yine aynı söyleşi de yazar bu öykü için, beni bu öyküyle tanımalarını dilerdim diyor. çünkü rengi, dili var. bi vakitten sonra hikayenin akışını unutup okurla metin arasında bir diyalog gelişiyor. evvel rüya içinde, huzursuz rüyalara davetiye niteliğinde. bu öykünün esprisi diyalogları bana kalırsa. yerli yerinde kullanılmış, okutuyor kendini. galiba ben fal, rüya ve karabasan ekseninde gelişen öykülere mesafeliyim. didem’in karabasanı bi benlik arayışını okumaya davet etti beni. öykünün masalsı halini sevdim.

sayfa 70:

“neden bunca zaman yalnız bıraktın ki beni?”

didem her şeyden öte iyi bi hikaye anlatıcısı. söyleşisini okurken de o tadı almıştım. böyle bazı insanlar vardır ve saatler sürse konuşmaları sıkılmazsınız, akıcılığı, canlılığı taze tutar. kusura ayna derdini dile getiren, boşluk bırakmayan bi kitap. büyük dertlerle kaleme alınmış öyküler, sanki bi gün didem çok kızmış ve akşamına mum ışığında yazmaya koyulmuş, kaleminden kan ve cesaret damlıyor. tıpkı gökten yağdığı gibi. eril dile, zorbalığa cesurca karşı çıkıyor. bu noktada bi manifesto demeli. cinsellik yine bi meta misali yansıyor. dili var konuşuyor, kalbi var atıyor. veba sanıldığının aksine biyolojinin parçası olarak kendisine yer buluyor. kitabı taşra kitapçısının hanımları sever mi bilmem ama ben hayli sevdim. şunu da belirtmeliyim: evet öyküler dertle yazılmış ama böyle bi mesajı olmalı, altın vuruş yapmalı kaygısından da uzak durmuş. teraziyi koymuş. “cesaret” kelimesinin altınının bu kadar çizilmesine gerek kalmadığı bi dünyada yaşamayı dilerdim. didem’in öykülerinden yola çıkıp bi ütopyaya varılır ve orada yaşanılır. kim bilir?

yarınki televizyon haberi:

son dakika gelişmesi, dün gece gökten cesaret yağdı ancak korkaklara fayda etmedi. onlar uzanıp almaya yine cesaret edemediler.

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın